Her ne kadar “Türkün Türkten başka dostu yok” sloganı, biten yüz yıl içinde ağızlarda bir hayli sakızlaşmışsa da; Türkiye, birbirini çürütüp birbirini kazıklama şampiyonluğunda başta gelen ülkelerden biri.
Nutuklarla, önerilerle, yorumlarla, eleştirilerle, analizlerle kolay kolay değişecek bir yamukluk değil bu.
* * *
İnsan, midesi ağrımadığı zaman midesini hatırlamaz; sırtı ağrımadığı zaman da sırtını.
“Milletin örgütlenmiş biçimi” olarak tarif edilen “devlet” mekanizmasının çarkları da; şeffaf ve sağlıklı çalıştığı zaman, bireyler sabahtan akşama “devlet”i hatırlamaz.
* * *
28 yaşından küçük 40 milyon gencin ortak özlemleriyle, 50-60 yıllık gelecekleri ne kadar el sıkışacak acaba?
Günün modası “şöhret, zenginlik ve sükse” üstünde odaklanıyor.
Bunların hangi bedeller karşılığında gerçekleşebildiğini ise kimse merak etmiyor.
“Kestirmeden kurnazca” eğilimi de yaygın.
* * *
Kutuplaşmalarda ağız dalaşları, azgınlaştıkça azgınlaşıyor.
Küfürbazlıkta da üstümüze yoktur yani. Düello geleneği bulunmadığı için, küfürler uzadıkça uzamıştır:
- 2 azı dişinin arasına salıncak kurarak, ağzının da ortasına hunisiz yestehliyeyim eşşek oğlu eşşek, pezevengin oğlu, puşt deyyus...
Siyasetçi sövüşmelerinde stoklar azalırsa, yardımcı olur belki.
* * *
Her çağı, cellat urganlarıyla idam sehpalarına ve tetikçi kurşunlarına çarpıp duran içi boş gaz tenekesi gürültüleriyle ıskaladık ve bir türlü “gelişmiş” olamadıksa; başka türlüsünü beceremediğimiz için oldu böylesi...
Tüm dünyaya posta koyma efelenmesinin tutkalından da, bir türlü kurtaramadık yüreğimizin parçalarını.
* * *
Bu arada “yaşam kalitesi” açısından Yunanistan 24’üncü sıraya, biz de 86’ncı sıraya yerleştik.
Olsun varsın:
Türkün güneşleriyle dünya ufku ağardı,
Türk olmasa tarihe yazılacak ne vardı?
* * *
Hava da bir hayli neşesiz...
Türkiye’nin sorunlarını bir tarafta bırakıp, küreselleşme sürecinin tadını 87 yaşındaki Kaptan June ile Dalyan’da çıkarırcasına; Polonezköy’e kadar uzanmak...
* * *
Polonezköy, Polonezköy’ün tarihi; ta 1842’den bu yana...
Kimler gelip geçmemiş ki buradan; prensler, kontlar, Franz Liszt, Gustave Flaubert, Polonya’nın -Puşkin’in de dostu olan- evrensel şairi Adam Mickiewicz...
100 yıl kadar önce babam da, sık sık Polonezköy’e gidermiş; ballandıra ballandıra anlatırdı.
* * *
Polonezköy’de çok hoş bir yenilik karşıladı bizi.
Köyün içindeki az yüksek bir setin üstüne, soyulmuş tomruk parçalarıyla tahtalardan yontulmuş sevimli heykeller konmuştu.
* * *
Şöyle incecik bir elektronik titredi içimde, keşke babam da yanımda olsaydı...
* * *
Ayaklarımızın alıştığı, “tarihten bir yaprak” sayılacak, genç dostların servis kibarlığıyla örgülenmiş Leonardo’ya girdik.
* * *
AB ile 21. yüzyılın tam göbeğine düşmüştük sanki.
Yeni yapraklanmaya başlamış zarif bir çınarın tepesine doğru, tırmanıp gitmişti morsalkımlar...
Menekşeler, hercai hercai idi.
Bülbül sesiyle öten bir karatavuk...
* * *
Liszt, Flaubert, Mickiewicz de masamızda mıydı, değil miydi...
Fuat Pekin çevirisi ile mısraları Mickiewicz’in:
Hezimet Yaşı
Saf bol gözyaşı döktüm
Temiz melek gibi çocukluğum için
Aptalca mağrur gençliğim için
Hezimet yaşı olgunluk yaşım için
Saf, bol gözyaşı döktüm.
* * *
Polonyalı şair, akıl almaz fırtınalı bir hayattan sonra 1855’de İstanbul’a gelmiş ve burada ölmüştü.
* * *
Polonezköy’ün küçük mezarlığında, kimlerin nerelerde yattığı bir şema ile belirlenmişti.
Aklıma Karacaahmet’te Nedim ile Mimar Kemal’in, Gümüşsuyu’nda da Şinasi’nin mezarlarının nasıl kaybolduğu geldi.
* * *
Ormanlar, erguvanlar, morsalkımlar; ağrımadığı için unutulan bir mide gibi, insana “devlet”i falan unutturuyordu.
* * *
Evde ise 19 ajansında yeniden başladı ağrılar; kim ayak olmuştu, kim baş, birbirine karışmış gidiyordu...